17 Mayıs 2020 Pazar

EPİSTEMOLOJİ-7:DEONTOLOJİK GEREKÇELENDİRME

EPİSTEMOLOJİ-7:DEONTOLOJİK GEREKÇELENDİRME



            Bazı düşünürler, bir inancı gerekçelendirmenin o inancın gereklerine tamamen uymayı ve onun bütün sonuçlarına katlanmayı da içine aldığını ileri sürerler. Bu nedenle çağdaş epistemolojide birçok
düşünür, S’nin p inancını gerekçelendirmesinden bahsederken bazı deontolojik terimlere başvururlar.
Örneğin şöyle söylenir: S’nin p’ye inanma yükümlülüğü vardır. S, p’ye inanmaktan sakınmamalıdır. S’nin p’ye inanması ne ayıp ne de yasaktır.


            Bu açıdan gerekçelenmenin deontolojik olduğunu ileri süren geleneksel epistemoloji,
gerekçelendirmenin normatif unsurları içerdiğini çünkü onun sonucuna inanmak için sorumluluk ortaya çıkardığını ileri sürerler. Bu nedenle gerekçelendirme, özneye nasıl bir inanca sahip olması gerektiği konusunda rehberlik eder. Öznenin p’ye inanması için gerekli olan epistemik görev ve sorumluluklarını yerine getirmesi gerekir. Özne, sahip olduğu kanıtlara uygun olarak inanmak zorundadır. S, p’ye kanıtların izin verdiğinden daha fazla ya da daha az inanamaz. S için p’ye kanıtlar kadar inanmak, S’nin ahlaki görevidir. Bu açıdan gerekçelendirme, deontolojik bir çabadır çünkü normatif unsura bağlıdır.


            Goldman, Plantinga gibi dışsalcılar, gerekçelendirme terimine, normatif çağrışımları güçlü olduğu gerekçesiyle sıcak bakmazlar. Bunun yerine “teminat” ve “bilginin olumlu epistemik statüsünün
gösterilmesi” gibi ifadeleri daha uygun bulurlar. Kanıtlar ve gerekçelendirme, bir önermeye inanmamız
konusunda bize yükümlülük verir. Bir önermeyi gerekçelendirdiğimizde artık ona inanma yükümlülüğümüz vardır.


            Steup, bir gerekçelendirmenin deontolojik olmasının şu iki anlama geldiğini söyler. Bir inancı
gerekçelendirmek için öznenin bazı kanıt türlerini kullanması gerekir. Bu kanıtlar, herkes tarafından
bilinebilir ve herkesin erişebileceği türden kanıtlar olmalıdır. Bazı düşünürler bu kanıtların temel
bilgilerden oluşması gerektiğini ileri sürerken bazılarına onların doğrudan algımıza dayanması gerektiğini ileri sürerler. İkinci olarak kanıtların dışında bir inancı gerekçelendirebilmek için zihnin bazı
özelliklere sahip olması gerekir. Örneğin Chisholm, öznenin bir inancı gerekçelendirmek için ihtiyaç
duyduğu her şeyin onun zihninde hazır olarak bulunduğunu söyler. Bunlar, gerekçelendirme yapabilmek için ön koşullar olarak sıralanır. Bu ön koşullar, özneye gerekçelendirmeyi nasıl yapacağı konusunda hem yükümlülük verir hem de sınırlamalar getirir. Bu anlamda gerekçelendirmenin deontolojik bir terim olduğu söylenir.


            Bunun dışında gerekçelendirmenin deontolojik olmasının iki farklı şeklinden daha bahsedebiliriz.Birincisi, yakarıda zikredildiği gibi gerekçelendirmeyi yönlendiren bazı ön koşulların bulunması ve bunların sonucunda ortaya çıkan şeye inanma yükümlülüğüdür. Buna göre özne, kanıtlanmamış bir inanca karşı inanma sorumluluğu taşıyamaz. Kanıtlanmış bir inanca, inanmamak ise epistemik suçtur. Buna inanma ve inanmama sorumluluğu diyebiliriz. Bunun dışında deontolojik gerekçelendirmenin daha radikal ve garip bir türü daha vardır. Clifford’tan mülhem olan bu anlayışa göre bir şeye inanmak, zorunlu olarak ona göre davranmayı gerektirir. İnanmanın nedenleri ile davranışta bulunmanın nedenleri aynıdır. Gerekçelendirme, bir önermeye inanmak için yeterli nedenler sağlarken aynı zamanda ona uygun davranmak için de yeterli nedenler sağlar.


            Clifford, bunu bir gemi örneği ile ifade eder. Eğer bir geminin fırtınalı bir denizde uzun bir
yolculuğa dayanamayacağı ile ilgili delillerimiz varsa o gemi ile yolculuğa çıkmak, epistemik ahlaksızlıktır. Örneğe daha yakından bakarsak Clifford, bir gemi sahibini düşünür. Bu gemi sahibi,
uzun yıllardan beri insan taşımaktadır. Artık gemisinin eskidiğini ve fırtınalı bir havaya dayanamayacağını söyleyenler karşısında gemi sahibi, gemisinin gerçekten yeterince sağlam olup olmadığını aramak yerine onunla uzun yıllardan beri taşımacılık yaptığını ve gemisinin nice fırtınalı
havalar karşısında yolculuğunu tamamladığını söyler. O, kanıtların ona söylediğine bakmak yerine
gemisine hiçbir kanıta dayanmadan güvenmektedir. Son yolculuğunda gemi, batar ve insanlar ölür.
Clifford bu durumdan kimin sorumlu olduğunu sorar ve gemi sahibinin bu ölümlere sebep olan kişi
olduğunu söyler. Gemi sahibi hiçbir kanıta dayanmadan gemisinin sağlam olduğuna inanmıştır. Oysa
kanıtlar onun sağlam olmadığını göstermekteydi. O kanıtların gösterdiği şekilde bir inanç oluşturma
ve güvenini kanıtlardan almak yerine bu inanç ve güvenini keyfi bir şekilde oluşturduğu için inanç
oluşturmak için gerekli olan ahlaki vazifesinden kaçınmıştır. Bu nedenle de ölümlülerin sorumlusudur.Buradan hareketle Clifford, inanmanın/bilmenin deontolojik bir çaba olduğunu ve
öznenin kanıtların gerektirdiği şekilde inanmasının ahlaki sorumluluğu olduğunu ileri sürer.


            Clifford, inanmakla davranmak arasındaki ilişkiyi çok daha düzenli ve kararlı bir şekilde şöyle
ortaya koyar: “İnancı eylemden ayırmak mümkün değildir… Aslında kişinin eylemleri üzerinde hiçbir
etkisi olmayan bir inancın bir inanç olduğunu ileri sürmek bile doğru değildir. Kişi eğer inanılması belli
bir eylemi yapmayı gerektiren bir inanca gerçekten inanıyor ve o inancın gerektirdiği eylemi
gerçekleştirmek için can atıyorsa zaten o, söz konusu eylemi kalbinde gerçekleştirmiştir. Eğer bir inanç,
açık eylemlerle ivedilikle realize edilmiyorsa gelecekte rehberlik etmesi için saklanıyordur. O, inanç
kümemizin giderek bir parçası olacaktır. İnanç kümemiz, hayatımızın her anında duyusal algılama ile
eylem arasında bir köprüdür ve son derece iyi ve sıkı örülmüş olması sebebiyle her hangi bir parçası
geri kalanından ayrılamaz fakat ona yeni eklenen her inanç, yapısının tümünde değişikliğe yol açar.
Hiçbir inanç, ne kadar yüzeysel ve bağlantısız görünürse görünsün hiçbir zaman gerçekten önemsiz
olamaz. O göründüğünden daha fazlasını elde etmemizi sağlar, kendisine benzeyen daha önceki
inançlarımızı kuvvetlendirir ve başkalarını zayıflatır. En derin düşüncelerimize adım adım gizli bir sıra
düzeni kurar. Öyle ki bu düşünce düzeni bir gün alenî bir eyleme yol açar ve karakterimiz üzerine
mührünü vurarak sonsuza dek izini bırakır.”


            Bu ifadelerle bir eylemi gerekçelendirmekle bir davranışı gerekçelendirmek arasında bir paralelliğin ve doğru orantının kurulduğu açıktır. Bizi davranışa sevk eden şeyler, bilmeye konu olan
inançlarımızdır ve bunlar, kesin olarak doğrudurlar. Clifford, “Bir şeye yetersiz delile dayanarak
inanmak, herkes için, her zaman ve her yerde yanlıştır.” fikrini savunurken “bir defa bir eylemde
bulunulduğunda artık o ebediyen ya iyi ya da kötüdür, onun iyi veya kötü sonuçlarıyla ilgili rastlantısal hiçbir başarısızlık bunu değiştiremez.” diyerek bu iki cümlenin aynı mantıksal örgü içerisinde tutarlı
bir şekilde bulunduğuna inanır. Gerçekten de inançlarımız için yeterli delillere ihtiyacımız vardır.
Rastlantısal doğruluklar, inançlarımızı geçerli yapamaz ancak inançlar için konulan bu önkoşul inanç,
eylem ve iyilik arasında bir doğru orantı kurmayı gerektirmez.


            Biz, bazen inancımız doğrultusunda davranmanın iyilik getireceğine karar verirken bazen de
inancımızın aksine olan bir davranışın iyilik getireceğine karar veririz. İnançlarımız bize ne yapmamız
gerektiğini gösteremez. Örneğin “Hızlı araba kullanmak, kazaya neden olabilir.” şeklinde bir inancımız
olsun. Bu inanç, kendi başına bizi hızlı araba kullanmaktan alıkoymaya yetmez. Kazadan korkmamız,
hayatımızı ve sağlığımızı sevmemiz gibi duygusal nedenlerden dolayı biz bu inanca uyarız. “Arabayı
biraz hızlı kullanırsam sınava yetişirim.” şeklindeki bir inancımızda ise isteklerim bana arabayı hızlı
kullanmam yönünde nedenler sağlar. Ne yapacağımızı duygularımızın rehberliğinde belirleriz. Bize ne
yapmamız gerektiğini gösteren şey arzu ve tutkularımızdır. Davranma nedenleri, inançlar değil hayata
dair idealler, beklentiler ve projelerdir. Oysa inanmamızı sağlayan nedenlerle davranışta bulunmamızı
sağlayan nedenler farklıdır.


            Deontolojik düşüncenin temelinde yatan şey nedir?” Goldman’a göre geleneksel olarak epistemolojinin temel amacı, Descartes’ın kitabının başlığında da “Zihnin Yönlendirilmesi İçin Kurallar” şeklinde ifade edildiği gibi akıllıca davranışlara yol göstermek ve onları yönlendirmektir. Yol gösterici gerekçelendirme düşüncesi genellikle deontolojik gerekçelendirme düşüncesi ile aynı anlamda kullanılır. John Locke, bir şahsın “rasyonel varlık olarak sorumluluğu” derken bunu kasteder ve bilgiyle
ilgili sorumluluk konusu, birçok çağdaş düşünürde karşılık bulur. Chisholm şöyle söyler: “S, t’de
öylesine bulunur ki onun zihinsel ihtiyaçları ve bir zihinsel varlık olarak sorumluluğu p yoluyla q’dan
daha iyi karşılanır.” Bunun sonucu olarak “p, t’de S’ye q’dan daha makuldür.” Yani q’ya karşı p’ye
inanmak, öznenin sorumluluğudur.


            Deontolojik yaklaşımın ortaya çıkmasında diğer önemli bir düşünür Locke’dur. Locke, bir
önermenin doğruluğunun onun bizdeki kanıtlarına bağlı olduğunu söyler. Locke’a göre eğer bir kimse
kanıtlardan daha fazla bir önermeye inanıyorsa o kişinin doğruya doğru olduğu için değil de başka bir
yan amaçla inandığı anlamına gelir. Bir inanca dayandığı ilke ve kanıtların ona sağladığından daha
fazla güven ve otorite atfetme, bizim o yöndeki eğilimimizden ileri gelir. Oysa doğru, bizim tutku ve
ilgilerimizden bir şey almaz ve tutku, bir inancın doğruluğuna katkı yapmaz. Locke, bir önermeye
kanıtlar nispetinde inanmaya, “doğru sevgisi” adını verir. Bir önermeye kanıtların sağladığından daha
fazla bir güvenle inanmaya da bağnazlık der.


            Goldman, Plantinga ve Nozick gibi dışsalcılar, teminat koşuluna deontolojik gibi görünen bir
özellik atfederler. Buna göre onlar, doğruluk derecesi ile inanç derecesinin birbirine eşit olması
gerektiğini savunur. Yani bir şeye inanmamızı sağlayan kanıtlar ne kadarsa o şeye o kadar inanmak
gerekir, ona ne fazla ne de eksik inanabiliriz. Ancak onlar, bunun özneye yükümlülük vermekten ziyade
yüksek oranda memnuniyet ya da tatmin sağlayan şey olarak anlarlar. Bu, inanma yükümlülüğünden
farklıdır.


            Deontolojik yaklaşıma yöneltilen temel itirazlardan biri şöyledir: Eğer özne, belirli bir
gerekçelendirme biçiminin bilgiyi teminat altına aldığını düşünüyorsa ancak bunun yanlış sonuçlar
ortaya çıkarması muhtemelse kişinin bu gerekçelendirmesinin sonucunda elde ettiği şeye
inanmasından sorumlu tutulması anlamsızdır. Örneğin ölü hayvanların iç organlarını inceleme gibi
açıkça güvenli olmayan yöntemlere başvurarak inançlar oluşturmuş, kültürel açıdan izole bir hayat
yaşayan bir toplumun üyelerini düşünelim. Bu yöntemi kullanarak S’nin p olduğuna dair bir inanç
edindiğini düşünelim. Yaşadığı toplum kültürel olarak içe kapanık olduğu için S, söz konusu yöntemin
epistemik açıdan kusurlu olduğunu araştırmasını sağlayacak bilgilere erişimi kapalıdır. Bu nedenle
onun, p inancını ölü hayvanların iç organlarını incelemeye dayandırması, yaptığı şeye negatif bir
deontolojik değer yüklememize imkân vermez. S’nin inancını bu şekilde elde etmiş olması ne
ayıplanacak ne de yasaklanacak bir şeydir. Çünkü o, gerçekten de normatif bir şekilde ortaya çıkan p’ye
inanmaktadır. Ama p’nin gerekçelendirilmiş olmadığı açıktır. Bu durumdaki kişi, epistemik
sorumluluklarını yerine getirmiştir. Fakat gerekçelendirme hatalıdır. Eğer gerekçelendirme hatalı
olabiliyorsa ona neden deontolojik bir anlam yüklüyoruz?


            Deontolojik gerekçelendirme düşüncesini savunanlar cevap olarak epistemik noksanlıkların şeffaf ve anlaşılır olduğunu ve bu nedenle de kültürel açıdan içe kapalı kişiler tarafından dahi fark edilebilir olduğunu ileri sürebilirler. Böyle olsa bile kültürel izolasyon, söz konusu inancın epistemik
sorumluluğa uymadığı yargısında bulunmaya engel değildir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder