EPİSTEMOLOJİ-2:BİLGİNİN ANLAMI,TÜRLERİ VE KAYNAKLARI
1. Bilmenin Anlamları
Felsefe, hayatın gündelik akışı içinde sahip olduğumuz veya yapıp ettiğimiz şeylerle ilgili sorgulamalar yapar. “Bilgi” gündelik hayatta en çok kullandığımız kelimelerden biridir. Onu çoğu kez istediğimiz şekilde, düşündüğümüz veya amaçladığımız şeyi başkalarına aktarmak için kullanırız. Ancak “bilme” kelimesini her kullandığımızda aynı türden şeyleri kastetmeyiz. Genel olarak felsefe özelde epistemoloji, “bilmenin” günlük kullanımına daha yakından bakarak anlamlarını, kullanım
farklılıklarını ve belirsizlikleri ortaya koyar.
Var olduğumu, iki elimin olduğunu, şuanda bilgisayarın karşısında oturduğumu, önümdeki
duvarın beyaz olduğunu, güneşin odamı aydınlattığını, akşam olunca eve gideceğimi, çocuklarımın
beni beklediğini, dünyanın yuvarlak ve yüzlerce yıldan beri var olduğunu, Türkiye’nin başkentinin
Ankara olduğunu ve 5X2=10 olduğunu bildiğimden hiç şüphem yoktur. Yüzmeyi, bisiklet sürmeyi,
satranç oynamayı, çivi çakmayı, Topkapı müzesini, Bertrand Russell ve R. Tayyip Erdoğan’ın kimler
olduğunu, yalan söylemenin kötü olduğunu, kanun önünde eşitliğin iyi olduğunu ve daha birçok şeyi
bildiğimden de hiç şüphem yoktur. Ancak bu bildiklerimin her birinin farklı olduğunu biraz yakından
bakarak anlayabilirim. İki elim olduğunu bilmemle satranç oynamayı bilmem, Russell’ı bilmemle
5X2=10 olduğunu bilmem hiç de aynı görünmüyor. Bu bilgiler elde edilişleri, ilgili oldukları alanlar,
türleri ve kesinlikleri açısından farklıdır. Ancak benim öncelikle üzerinde duracağım şey, bu
kullanımlardaki anlam farklılığıdır.
Günlük hayatta biz, bilmeyi farklı anlamlarda kullanırız. “Önümdeki duvarın beyaz olduğunu
biliyorum” dediğimde burada “bilmek” “yanlış”a karşı olarak kullanılmaktadır yani o, “önümdeki
duvarın beyaz olduğu doğrudur” anlamına gelir. Oysa yüzmeyi, çivi çakmayı, Topkapı müzesini veya
Russell’ı bilmek, yanlışa karşı bir kullanım değildir. Yani onların doğruluğundan ya da yanlışlığından
bahsetmiyor sadece yüzmeyi bilmede olduğu gibi bir yetenekten (ya da beceriden) ve Topkapı müzesini
bilmede olduğu gibi onu görmekten bahsediyoruz. Bu ifadelerde bilginin üç farklı anlamda kullanıldığı
görülür: (i) nasıl’ın bilgisi, (ii) tanışıklık ya da muhatap olma bilgisi ve (iii) önermesel bilgi. Epistemoloji,bu anlamların tümüyle ilgilenmez. Bunlar içinde sadece biri, epistemolojinin alanına girer: önermesel bilgi.
Nasıl’ın Bilgisi ve Tanışıklık Bilgisi
“Bilme” kelimesini bazen bir şeyi yapma becerisine sahip olduğumuzu ifade etmek için kullanırız.
“Yüzmeyi biliyorum”, “bisiklet sürmeyi biliyorum” veya “sandalye yapmayı biliyorum” şeklindeki
kullanımlarda bilgi, bir şeyi nasıl yaptığımızı bilmektir. Bunları bildiğimizi, yaparak gösterebiliriz. Bu
tür bilgilerimize “nasıl’ın bilgisi” (knowing how) ya da “ustalık bilgisi” adı verilir. Bu bilgi, tek başına
veya zorunlu olarak bilişsel bir başarının, bir zihin çabasının ürünü değil bedensel bir yatkınlığın
ifadesidir. Bu, zor matematik işlemlerini çabucak çözmede olduğu gibi zihinsel bir yeteneğin veya
yatkınlığın ürünü de olabilir.1 Gilbert Ryle, nasıl’ın bilgisine (“İngilizce biliyorum” örneğindeki gibi)
bir dili konuşma ve anlama becerisi ile makam ve melodi bilgisini de ilave eder ve onları yeteneğe dayalı bilgi olarak tanımlar.
Platon, Theaetetus diyalogunun başında ayakkabı ustasını örnek vererek nasıl bilgisinin bilme
türlerinden biri olmakla birlikte bilmenin anlamı ile ilgili olmadığını söyler ve onunla çok fazla
ilgilenmez.3 Aristoteles ise birçok eserinde bu konuyu ele alır ve bilgileri sınıflarken nasıl’ın bilgisine
özel bir yer verir. Aristoteles, bilmenin bu türüne poetik bilgi adını verir. Poetik, bir şeyi yapma ile ilgili
bedensel veya zihinsel yeteneğe sahip olan kişinin bu yeteneğini maharete çevirmesi ile elde ettiği
bilgidir. O, zihnin bir erdemidir ve epistemeden yani zihnin teorik işleyişinden farklıdır. Bugün teknik
bilgi de denilen bu bilme türü Aristoteles’e göre bir şeyi aklın yardımı ile meydana getirme yetisidir.
Bu nedenle onu, ortaya bir ürün çıkaran (prodüktif) bilme şeklinde de tanımlayabiliriz.
“Bilme”yi bazen daha farklı bir şekilde, bir kişiyi tanıdığımızı veya bir yeri gördüğümüzü ifade
etmek için kullanırız. “Cadde üzerindeki alış-veriş merkezini biliyorum”, “Sokrates’i biliyorum”,
“senin o gün yaşadıklarını biliyorum” veya “Chris Rea’nın Blue Cafe şarkısını biliyorum” şeklindeki
kullanımlarda ise daha önce gittiğimiz bir mekânla, tanıdığımız bir kişiyle, dinlediğimiz bir şeyle,
dokunduğumuz bir eşya ya da şahit olduğumuz bir olayla ilgili konuşuruz. Bilmenin bu türüne ise
“tanışıklık bilgisi” (knowledge by acquaintance) adı verilir.
Tanışıklık bilgisi, tanış olmayı ifade eder. Türkçede bilme, bu anlamda nadiren kullanılmasına
rağmen Arapçada (‘arefe) ve İngilizcede (know) sıklıkla kullanılır ve bir kişinin bir şeyle veya kişiyle
karşılaşmış olduğunu ifade eder. “Cadde üzerindeki alış-veriş merkezini biliyorum.” dediğimizde
burada bilme, daha önce orada bulunduğumuzu ifade eder. Tanışıklık bilgisine sahip olma, bilgi sahibi
olduğumuz şeyle yüz yüze geldiğimizi gösterir. Tanışıklık bilgisi, kişilerle ilgili olabildiği gibi nesneler,
tarihi şahsiyetler, sesler veya mekânlarla ilgili de olabilir. Bir kimse İstanbul’la veya çileğin tadıyla ilgili
bir tanışıklık bilgisine sahip olabilir. Bu kişi İstanbul’da bulunmuşsa veya çileği tatmışsa bir tecrübe
sonucu bilgi elde etmiştir fakat bu, önermesel bilgi değildir. Önermesel bilgiler, İstanbul’u görmeden
veya çileği tatmadan da sahip olabileceğimiz bilgilerdir.
Bertrand Russell, bütün algı, bellek, içebakış hatta nasıl’ın bilgisinin de temelde tanışıklık bilgisine dayandığını ileri sürer. Platon’un olduğu gibi Russell da algının bizzat kendisinin önermesel anlamda bilgi olmadığını düşünür. Bu, aslında hayvanların bilgisini insanlarınkinden ayırır. Hayvanlar da duyu verilerine sahiptir ancak onlar algıladıkları şeylerin farkında değildirler.6 Tanışıklık bilgisi olmadan elde edeceğimiz bilgi türleri de vardır. Çıkarımsal ve şahitliğe dayalı bilgilerimiz, tanışıklık bilgisine dayanmaz. Russell’ın verdiği örneğe bakarsak Çin İmparatorunu hiç görmememe rağmen onunla ilgili birçok şeyi öğretmenimden ya da kitaplardan öğrenebilmem, tanışıklık bilgisi olmadan bazı şeyleri bilebileceğimi gösterir.
Tanışıklık bilgisi, bilmeye konu olan şeyle “yüz yüze gelme” sureti ile elde edilir. Bu nedenle bu
anlamıyla bilme, “tanıma” veya “tanışma” anlamında kullanılır. Ancak bu tanıma, sadece görme
duyusu ile değil tüm diğer duyularımızla olabilir. Hatta bir kişinin üzüntülü halinden etkilenme veya
bir şarkı söylenirken zevk alma durumunda olduğu gibi duygusal olarak tanıma da olabilir. Fakat bu
durumda şu soruya cevap vermek gerekir: Tarihi bir şahsiyetle ya da gitmediğimiz bir yerle ilgili olarak
tanışıklık bilgimiz olabilir mi? Russell’ın algı, bellek ve içebakışla tanışıklığa geçme düşüncesinden
hareket edersek gitmediğimiz yerle ve tarihi şahsiyetlerle ilgili tanışıklık bilgisine sahip olabileceğimizi
görürüz. Meydandaki büyük heykeli görerek veya Paris’e ait resimlere bakarak bunlar hakkında
tanışıklık bilgisine sahip olabiliriz. Tanışıklık bilgisini belirginleştirecek en önemli nokta, onun dolaysız (immediate) olarak duyu verilerine gelmiş olmasıdır.
Önermesel Bilgi
Çağdaş epistemolojide üzerinde en çok durulan sınıflamalardan biri, önermesel bilgi ve önermesel olmayan bilgidir. Önermesel bilgi, “S p olduğunu biliyor” şeklinde ifade edilen bilgi türüdür.
Önermesel bilgi olgularla veya doğru ve yanlış olma ihtimali bulunan önermelerle ilgilidir. “Dünya
güneş etrafında döner” ya da “Sezar, bir cinayete kurban gitmiştir” dediğim zaman iki doğru
önermeden ve örtük olarak bunları bildiğimden bahsetmiş olurum. Bunlar, olguda var olan ya da bizim
var olduğunu düşündüğümüz durumlara ait bilgilerdir. Bilme ile ilgili örtük durumu ortadan
kaldırdığımızda bunlar, “dünyanın güneş etrafında döndüğünü biliyorum”, “Sezar’ın bir cinayete
kurban gittiğini biliyorum” şeklini alır. Bu nedenle bilmenin bu türüne “-dığını bilme” (knowing that)
bilgisi adı verilir. Bu örneklerde bilme, önerme olarak ifade edildiği için “önermesel bilgi” bazen de
olgularla ilgili olduğu için “olgusal bilgi” adını da alır.
“Cumhuriyet 1923’te ilan edilmiştir” dediğimizde burada bilinen şey, “Cumhuriyet 1923’te ilan
edilmiştir.” cümlesidir. Bu cümle bir önermedir. Cümle ve önerme farklı şeylerdir. “Kitabı bana ver.”
bir cümledir fakat bir önerme değildir. Önerme, olgu durumlarını ifade eder. Örneğin “Yiğit, kitabı
Alper’e verdi.” Bir olgu durumunu ifade eder. Bir cümlenin önerme olması için onun zihnin dışındaki
bir durumu temsil etmesi gerekir. “Zihnin dışındaki bir durumu temsil etme”, “zihne uygun olmak”tan
farklıdır. Çünkü önerme doğru ya da yanlış olabilir. Bugüne kadar gerçekleşmemiş ancak gerçekleşmesi mümkün olan durumları ifade eden cümleler de önermelerdir. “Hz. Musa İstanbul’dadır.” gibi gerçekleşmesi mümkün olmayan ancak zihnin dışında bir olgu olarak düşünebileceğimiz durumları betimleyen cümleler de önermedir. Önermeler, zorunlu ya da zorunsuz olarak yanlış ve doğru olabilecek yargılar içerir.
Her cümle, içinde yargı, tasdik veya inanç barındırmaz. “Bilgi nedir?”, “Acaba kızmış mıdır?” gibi soru cümleleri bu türdendir. Bunlar, bir olguyu betimlemedikleri için önerme değildir. Diğer taraftan aynı anlamı ifade eden farklı cümleler vardır. “Muallime, talebelerine nasihat ediyor” ile “bayan
öğretmen öğrencilerine öğüt veriyor” cümleleri birbirinden farklıdır. Fakat bunlar aynı önermedir.
Çünkü her ikisi de bir olguyu farklı cümle ile anlatır. Önermelerin bir olguyu temsil ediyor olması göz
önüne alındığında her iki cümlenin aynı olguyu anlatması nedeniyle bunlar aynı önermedir. Farklı
dillerdeki aynı anlamı ifade eden cümleler için de bunu söyleyebiliriz. “Teacher advises to her
students.” (Bayan öğretmen, öğrencilerine öğüt veriyor) İngilizce ifadeyi de göz önüne aldığımızda
bunlar farklı cümleler olmakla birlikte aynı önermedir.
Önermelerin doğru ya da yanlış olması, bir kimsenin inancının bir olguya karşılık gelip
gelmemesiyle ölçülür. Bir cümlenin doğruluğu ise dilin kullanım kurallarına uygun olup olması ile
ölçülür. Yanlış önermeler, doğru cümleler olabilir. Örneğin “Dünya düzdür.” doğru bir cümle fakat
yanlış bir önermedir. Çünkü dilin kurallarına uygun olmasına rağmen olgusal gerçekliğe sahip değildir.
Bazen “Hava ne kadar sıcak!” gibi cümleler yanıltıcı olabilir. Bu tür cümleler bir önerme gibi görünmez.Ancak açık bir şekilde onların bir olguyu betimlediğini görülür ve bu nedenle önermedirler. Bu nedenle bir cümlenin önerme olup olmadığını olgusal bir durumu betimliyor olması ile anlarız.
Çağdaş felsefede önermesel bilgi, genel olarak “S p olduğunu biliyor” şeklinde gösterilir. S, bilen özne, p ise önerme ya da bilinen durumdur. Bazen bu ifade sembolik olarak Bsp (Ksp) şeklinde de ifade edilir.9 Ancak burada p’nin iki anlama geldiğine dikkat etmek gerekir. p, hem olguyu hem de önermeyi ifade eder. p olgusu, p önermesinden farklı bir şeydir. p önermesinin p olgusuna dayandığı düşünülür.Bu nedenle ikisi de p ile gösterilir.
2. Önermesel Bilginin Türleri
Zihin Durumları, Olgu Durumları ve Diğer Zihinler
Çağdaş epistemolojide önermesel bilginin türleri ile ilgili yapılan sınıflamalardan biri bilmeye
konu olan şeylerin mekânı veya konusu ile ilgilidir. Buna göre bilen kişinin zihnine,
başkalarının zihnine ve zihnin dışındaki dünyaya ait bilgiler vardır. (i) Zihin durumlarına
(states of mind) ait bilgiler, zihnin içinde bulunanların ya da olup bitenlerin bilgisidir.
Düşünen beynin bilgisi, bir şeyi biliyor olduğumuzun bilgisi ve hissettiklerimizin bilgisi
şeklinde zihin bilgileri vardır. Düşündüğümüz, istediğimiz, planladığımız ve hissettiğimiz
şeyleri biliriz. Bunlar bizim zihnimizin içindeki şeylerdir. Herhangi bir kanıta veya araştırmaya
başvurmadan bunları bildiğimiz için bunlar nadiren kesin değildir.Bu bilgiler, bizim için
apaçıktır fakat başkalarına kapalıdırlar.
(ii) Zihnin dışında bulunanların (states of affairs) bilgisi ise etrafımızı saran dünya ile
ilgilidir. Mekânlar, ölçüler, zihnimizin dışındaki nesneler ve bu nesnelerin birbiriyle olan
ilişkileri bunları oluşturur. Bu bilgiler, duyu organlarının işleyişine bağlıdır. Duyularla bunlar
arasındaki neden (causal) bağı, doğayla ilgili inançlarımızı oluşturur. Duyular doğrudan bize
nesnelerin durumlarını bildirdiği gibi çoğu zaman nesneler arasındaki nedensel ilişkiyi de
verir. Bunların kesinliği zihin durumlarındaki kadar değildir.
(iii) Diğer insanların zihinlerine (other minds) ait bilgilerimiz de vardır. Onların
zihinlerinde olup biten şeyleri bilebiliriz. Etrafımızda olup biten şeylerle ilgili algılarımız, algıya
dayalı (perceptual) inançlarımızı oluşturur. Bunları oluşturan şeyler, etrafımızdaki olaylar ve
nesnelerdir. Fakat diğer zihinlerle ilgili önermesel bilgiler asla bu şekilde doğrudan elde
edilemez. Başkalarının düşünce ve değerleri ile ilgili bilgiye, davranışları gözlemlenerek ya da
bize düşündükleri şeyleri söylemeleri yoluyla erişilebilir.
Dış dünyanın bilgisini algı, bellek, tanıklık, muhakeme ve çıkarımla elde ederiz. Diğer
insanların zihinlerine ait bilgileri de yine bunlarla elde ederiz. Kendi zihin durumlarımızı ve bir
şeyi bilip bilmediğimizin bilgisini ise genellikle algı, bellek, bilinç ve içebakışla (introspection)
öğreniriz.
Zorunlu ve Zorunlu Olmayan Bilgi
Bilginin modalitesine yani zorunlu ya da mümkün olup olmamasına göre sınıflanması,
Aristoteles’ten bu yana tartışılan oldukça karmaşık bir sorundur. Çünkü bir şeyin zorunlu olması ile önermenin/bilginin zorunlu olması arasında fark vardır. Birincisine ontolojik zorunluluk, ikincinse ise epistemik zorunluluk denir. Zorunlu varlık, varlığı başka bir şeye bağlı olmayan, var olmak için kendine yeten anlamında kullanılır. Sandalyenin varlığı ağacın varlığına bağlıdır o halde o mümkün varlıktır.Epistemolojik anlamda ise zorunluluk,bilinmesi için kendisinden başka bir şeye ihtiyaç duyulmayan anlamında kullanılır. Başka bir şeye muhtaç olmama, aksinin gerçekleşmesinin düşünülememesini gerekli kılar.
Aristoteles, bilgiyi önce tasavvur ve tasdik olarak ikiye ayırır.Tasavvur tanışıklığı,
tasdik ise önermeyi ifade eder. Buradan hareketle Aristoteles, önermeyi, kesin (tam) önerme
(tasdik) ve kesin olmayan önerme şeklinde ayırır. Kesin önermeler, aksiyom ve hipotez
şeklinde ayrılır. Aksiyomlar, zorunlu, hipotez ise zorunlu olmayan kesinliktir.Ebu Nasr el-
Farabî, Aristoteles’in bu sınıflamasını İkinci Analitikler kitabına yazdığı Kitabû’l-Burhan adlı
şerhte daha sistemli bir şekilde ortaya koymuştur.
Aristoteles ve Farabî’ye baktığımızda geleneksel epistemolojide önermesel bilgi ile ilgili en önemli ayrım, zorunlu ve zorunlu olmayan bilgi şeklindedir. Zorunlu bilgi, bildiğimizi söylediğimiz şeyin hiçbir durumda aksinin mümkün olamayacağını düşündüğümüz türden ve varlığı sürekli olan bilgilerdir. Örneğin “dünya düzdür” veya “bütün parçasından büyüktür” dediğimizde artık bunların yanlış olduğunu kabul edinceye kadar aksi durumların varlığını kabul edemeyiz. Zorunlu olmayan bilgi ise doğruluğunu zamana ve mekâna bağlı olarak düşünebildiğimiz yani zıddı mümkün olan bilgilerdir. “Alper oturuyor” dediğimizde aynı anda Alper’in oturuyor olmadığı bir durumu ya da on dakika sonra ayağa kalkacak olmasını da düşünebiliriz.
Zorunlu kesin bilgiler, çıkarıma dayanan ve çıkarıma dayanmayan şeklinde ayrılırlar. Çıkarıma dayanmayan zorunlu kesinler, çıkarıma dayanan bilgilere öncül olurlar. Bunlar da doğal olarak elde edilen ilk ilkelerle tecrübe ile elde edilen bilgiler şeklinde sınıflanır.Daha birçok sıralamanın yapıldığı bu tasnif içinde en önemlilerinden biri de varlık (olgu) ve sebep bilgisidir. Bunlar, zorunlu bilginin iki türüdür. Varlık bilgisi, zorunlu olmayan bilginin de türüdür. Örneğin “Alper oturuyor”, zorunlu olmayan varlık bilgisidir. “Dünya güneş etrafında dönüyor” dediğimizde ise zorunlu varlık bilgisinden bahsederiz. Aristoteles ve Farabî gibi filozoflar, zorunlu sebep bilgisini bilimsel (demostrative, burhanî) bilgi olarak kabul ederler.Bilim, şeylerin varlıkları ile değil neden öyle oldukları ile ilgilidir.“Bilimsel bilgi, öznenin bir şeyin rastlantısal veya geçici olarak bilinmesine karşı koşulsuz olarak bilinmesini ifade eder.Bilimsel bilgi varlığın veya olgunun bilgisi değil bu olgunun bağlı bulunduğu sebeplerin bilinmesidir. Koşulsuz bilimsel bilgiye konu olan şeyin, olduğu şeklin dışında başka bir şey olarak düşünülmesi hiçbir zaman mümkün değildir.”Taşın, düşme özelliğinden ya da yer çekiminden dolayı yere düştüğünü söylemek, bilimsel bilgisidir.
Zorunlu ve zorunlu olmayan şeklindeki geleneksel ayrım, ortaçağ boyunca İslam felsefesi ve kelam düşüncesinde varlığını devam ettirdi. Önermesel bilginin tanımı ve çeşitleri ile ilgili kelamcıların ayrımları oldukça ayrıntılıdır. Neden bilgisi ve varlık bilgisi, sırasıyla ‘ilm ve ma’rife terimleri ile ifade edilmiştir. Kadim (vahiy) ve hadis (insanların elde ettiği, kazanılmış) bilgi şeklinde genel bir bölümlemeden sonra hadis bilgi, zorunlu (zaruri) ve çıkarımsal (istidlali/nazari) olarak ayrılmıştır. Zorunlu bilgi de aklî (bedihî) ve duyusal (hissi) olarak sınıflanmıştır. Algılara dayanan bilgi (müdrike), zorunlu ve zorunlu olmayan şeklinde hadis bilginin altında ele alınmıştır.
Çağdaş epistemolojide zorunlu ve zorunlu olmayan bilgi ayrımı ya geleneksel terimleriyle ya da başka terimler altında varlığı sürdürür. Roderick M. Chisholm, zorunlu kesin bilgi ve zorunlu kesin olmayan bilgi şeklinde bir ayrım yapar. Bazı önermeler, bize aksi de aynı oranda mümkün olabilecek türden bilgiler verirken bir kısım önermelerde bir kişi bu önermeyi kabul ettiğinde onun alternatifi olabilecek hiçbir şeyi düşünemiyorsa bu zorunlu olarak kesin önermedir.
Panayot Butchvarov, yanlış olduğunu düşünmemizin imkânsız olduğu bilgilerden bahseder. Bunlar Aristoteles’in “ilk” ya da “başlangıç bilgileri” dediği bilgilerdir. Bu inançlara bir kez sahip olduğumuz zaman artık onların yanlış olduklarını düşünmemiz mümkün değildir. Butchvarov, bunları zorunlu ve zorunlu olmayan (necessary, contingent) başlangıç bilgileri olarak ayırır. Şuanda yanlış olduğunu düşünemediğimiz bir şeyin gelecekte yanlış olabileceğini düşünebildiğimiz türden bilgiler, zorunlu olmayan başlangıç bilgileridir. Zorunlu başlangıç bilgileri ise inancın yanlışlığını düşünemeyeceğimiz bilgilerdir. Başım şuan ağrısa bile başımın ağrımadığı bir zamanı düşünebilirim. Ancak üçgenin üç kenarının olmadığını hiçbir zaman düşünemem. Birincisi zorunlu olmayan, ikincisi ise zorunlu bilgiye örnektir.
Zorunlu ve zorunlu olmayan bilgi ayrımı üzerinde önemle duran bir filozof, Roderick Chisholm’dur. Chisholm, bunu a priori ve a posteriori terimlerinden hareketle sürdürür.Temelde Aristoteles’e ait olan bu terimlerin epistemolojide temel terimler haline gelmesine katkı sağlayan iki düşünür, Gottfried W. Leibniz ile Immanuel Kant’tır. Kant, önermesel bilgiyi dörde ayırır: a priori, a posteriori, analitik ve sentetik önermeler. Kant, ayrıca bu önermeleri zorunlu ve zorunlu olmama açısından da ikiye ayırır. Çağdaş epistemolojide Kant’ın bilgi/önerme türlerini gösteren bu terimlerine Saul Kripke ve W. V. Quine gibi düşünürlerin itirazlarına rağmen Roderick M. Chisholm ve Butchvarov gibi bazı düşünürler bu terimlere bağlı kalır.Modaliteye göre sınıflama, çağdaş felsefede Kant’ın etkisiyle a priori ve a posteriori bilgi başlığı altında sürdürülmüştür.
A Priori ve A Posteriori
A priori, deneyden önce gelen, başka herhangi bir önermeye dayanmayan ve deneyden bağımsız olarak bulunan ya da yalnız akla dayalı olarak elde edilen bilgiler için kullanılır. A posteriori ise a priorinin zıddı olarak kullanılır ve deneye bağlı olarak elde edilen bilgi anlamına gelir.Başka ifade ile a priori, öznenin tecrübelerine dayanmayıp herhangi bir gerekçelendirme olmaksızın doğru olduğu bilinebilen bir önermedir. Bu tür a priori önermeler şunları ihtiva eder: aksiyomlar, çıkarım kuralları, mantık, aritmetik gibi soyut bilimlerin aksiyomları, ihtimaliyet hesaplarının ilkeleri, renk tezatlığının ve çağrışımın ilkeleri, bazı tanımlar ve belki felsefenin bazı doğruları.
Önermesel bilginin bu iki türü, tecrübeye dayalı (a posteriori) önermesel bilgi ve tecrübeye dayanmayan (a priori) önermesel bilgi şeklinde ifade edilir. Felsefî anlaşmazlıkların çoğu, bu bilgi sınıflaması hakkında uzlaşamamaktan kaynaklanır. Bazen a priori ve a posteriori bilgilerin birbirine indirgenip indirgenemeyeceği tartışılır. Bazen de a priorilerin doğuştan getirdiğimiz bilgiler, a posteriorilerin de sonradan tecrübe ile elde ettiğimiz bilgiler olduğu ileri sürülür.
A priori ve a posteriori konusu, on yedinci ve on sekizinci yüzyılda felsefenin üzerinde
en fazla durduğu konulardan biriydi. Descartes, Leibniz ve Spinoza gibi rasyonalistler, gerçek
dünya ile ilgili tüm bilgilerin a priori olduğunu ileri sürdüler. Buna karşın Locke, Berkeley ve
Hume gibi tecrübeciler, bu tür bilgilerin hepsinin a posteriori olduğunu ileri sürdüler. Kant,
Saf Aklın Eleştirisi’nde bu iki akım arasında bir uzlaşma noktası bulmaya çalışır. On yedinci
yüzyıldan itibaren a posteriori bilgi, büyük oranda duyu veya algı tecrübelerine dayanan bilgi
olarak görüldü. A priori bilgi ise bu tür tecrübelere dayanmayan bilgi olarak kabul edildi.
Kant, apriori bilgiyi destekleyen temellerin sadece “saf akıl” veya “saf anlama” da denilen zihnin kendi iç süreçlerinden ortaya çıktığını ileri sürdü. Mantıksal ve matematiksel doğrularla ilgili bilgiler, a priori bilginin standart örnekleri olarak görülür. Fiziki dünyanın varlığı ve durumu ile ilgili bilgiler ise a posteriori olarak kabul edilir. A priori bilgilerle ilgili araştırmalar, zihinsel süreçlerin kendi başına nasıl işlediği ve zihnin tecrübeye dayanmayan/dayanmadan bilgileri nasıl ortaya çıkardığı üzerinde durur. A posteriori bilgi araştırmalarında ise duyu veya algı tecrübelerinin ne olduğu ve bunların nasıl tecrübe bilgisini ortaya çıkardığı üzerinde durulur.A priori ve a posteriori bilgi, önermesel bilgi adı altında bir araya gelir ve epistemologlar, onları çözümlemeye çalışırlar. Temel sorunlardan biri şudur: A priori bilgi tecrübeye dayanmıyorsa o halde nereden gelmektedirler?
Bir şey herhangi bir şeye dayanmıyorsa onu bilmek nasıl mümkün olabilir? Şöyle bir örnek verebiliriz: Lokantada biri ile karşılaştınız ve bu kişinin daha önce hiç karşılaşmadığınız ressam Alper olduğunu bildiniz. Burada bilme süreciniz şu şekilde gelişmiştir: Belleğinizde ressam Alper’in daha önce gördüğünüz bir resim nedeniyle bir tahayyülü vardır. Lokantada karşılaştığınız bu kişinin yüzünün resimdeki yüzün daha yaşlanmış hali olduğuna inanıyorsunuz. Bu belleğiniz/anınız, inancınız ve son tecrübeniz, bu bilginizin (Bu kişi ressam Alper’dir) ortaya çıkmasına neden oluyor. Olaylar, durumlar ve bilginin sebebi ile ilgili üçlü bir yapı bu bilgiyi ortaya çıkarıyor.
İkinci bir durum daha düşünelim: Bir kişi okumuş olduğu bir ispatın sonucu olarak (p002283q)v (q002283p) şeklindeki bir mantıksal doğruluğu biliyor olsun. Kişinin ispat sıralanışını ve her bir adımda kullanılan kuralların uygulanışını görmesi, bu inancı ortaya çıkarır. Birinci durumdaki bilgimiz a posteriori iken ikincisi a prioridir. Bunun nedenini anlamak için öncelikle bizim, sebep ilişkisi ile gerektirme (entitlement) ilişkisini birbirindenayırmamız gerekir. Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz: Kişi, bu mantıksal doğruluğu inanç olarak almaya mecburdur. Çünkü onun bununla ilgili, herhangi bir varsayıma dayanmayan kesin bir kanıtı vardır. Bu sayısal sıralamaya dayanan ispat, kişiyi ona inanmaya mecbur kılar. Kâğıda yazılmış olan bazı şeyleri algılamış olmak, bu mecburiyeti elde etmeyi sağlar fakat algı,kendi başına bu mecburiyeti ortaya çıkarmak için yeterli değildir. Aksine karşılaşma örneğinde lokantadaki ressam Alper’le ilgili görsel tecrübenin meydana gelmesi, bu kişinin ressam Alper olduğu inancına sahip olma konusunda beni mecbur hale getirmez. Bu bilginin elde edilmesinde görsel tecrübenin bana sağladığı şeylerin dışında bir şey yoktur. Daha da ötesinde görsel tecrübem, bu durumda başka hiçbir etki olmadan bu bilgiye elde etmeme sebep olur. Bu durumda a priori ve a posterioriyi şöyle ayırabiliriz: A priori bir önermede bir kişiyi bu önermeyi kabul etmeye mecbur eden bir tecrübe yoktur. A posteriori önermede ise tecrübeler kişiyi mecbur etmez sadece ona inanma yetkisi verir.
“Prior” (ilk, evvelî) ve “posterior” (arkadan gelen) terimlerini ilk kullanan kişi Aristoteles’tir. Aristoteles, tecrübeye dayanan ve kendisinden önce herhangi bir önermenin bulunmadığı bazı önermelerin varlığını kabul eder. Nitekim zorunlu önermelerin altında yer alan iki önerme türü, doğal olarak elde edilen ilk ilkeler ve tecrübe ile elde edilen ilk kesinler şeklinde verilir. İlk ilkeler ve ilk kesinler, Aristoteles’in “prior” (evvelî) diye adlandırdığı önermelerdir.Aristoteles bunlara kendinden apaçık ilk ilkeler adını verir. Tüm bilgilerimizin doğruluğundan emin olmamızı sağlayacak ilk ilkeler bulunmadan hiçbir bilgiye sahip olamayız. Bilgi, ilk ilkeler denilen bilgilere dayanır. İlk nedenler de denilen bu ilk ilkeleri bulduğumuzda tam olarak bir şeyi bildiğimizi düşünebiliriz. Temelcilik adı verilen bu yaklaşımda bilme süreci, daha sonra tüm bilgilerimize temel olacak olan bu ilk ilkelerin tespit
edilmesiyle başlar. Aristoteles, bizi çevreleyen doğa ile ilgili bilgilerimiz için daha iyi bildiğimiz ve bize daha açık olan bilgilerden başladığımızı ileri sürer. O, aslında tüm bilgilerimizin doğruluğunu temin eden şeyin bu ilk bilgiler olduğunu ve bunları elde etmenin felsefenin ilk görevi olduğunu söyler.
Aristoteles’e göre ilk ilkeler (archai), doğal olarak ve herhangi bir koşula bağlı olmaksızın bilinen şeylerdir. İlk ilkelerin, sebeplerin ve unsurların bulunduğu her sistematik araştırmada bilgi ve bilim, bunların elde edilmesinden ibarettir. Zira biz yalnızca birincil nedenlerin yani birincil ilk ilkelerin bilgisini elde etmemiz durumunda bir şeyi bildiğimizi düşünürüz. Bu durumda istisnasız tüm bilimlerde bizim öncelikle ilk ilkelerle ilgili soruları belirlememiz gerektiği açıktır.Doğal olarak izleyeceğimiz yol, daha iyi bildiğimiz ve bize daha açık olan şeylerden doğaya dair daha açık ve daha iyi bilinen şeylere doğru ilerler. Zira bizim bildiğimiz şeyler, koşulsuz olarak bilinen şeylerle aynı değildir. Bu nedenle bu süreci takip ederek daha açık ve daha iyi bilinenden daha az bilinen şeylere ulaşırız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder