18 Mayıs 2020 Pazartesi

DİN FELSEFESİ-2:AKIL VE İMAN

                AKIL VE İMAN



            Akıl ve iman ilişkisi su sorular bağlamında ele alınabilir:

• İman akla dayandırılabilir mi?
• İmanın doğruları ile aklın doğruları başka başka şeyler midir?
• Dini inancın bilgisel değeri nedir?
• Akla dayandırılmamış bir iman veya dini inanç ne derece mümkündür?
• Rasyonel düzlemde temellendirilemeyen bir inancın değeri ne olabilir?


               Bilgi-İnanç İlişkisi

              Bilginin geleneksel tanımına göre bilgi; «haklılaştırılmış doğru inanç»tır. Buna göre bir inancın bilgi olması için, inancın kendisinin doğru olmasının yanında doğruluğunun haklılaştırılmış veya gerekçelendirilmiş olması da gerekir.Ancak gerekçelendirmenin, her zaman, bütün boyutlarıyla tamamlanmış bir süreç olmadığına dikkat etmeliyiz.Bu durumda inançla bilgi arasında bir ilişki kurabilmemiz için, gerekçelendirmenin en azından bir imkan ve potansiyellik olarak önümüzde açık olması gerekir.


            Haklılaştırma/Gerekçelendirme Nedir?

            İnançları haklılaştırma zemini tecrübeden bağımsız (a priori) olabileceği gibi tecrübeye bağlı (a posteriori) da olabilir.Örneğin «üçgenin üç iç açısı vardır», «3+3=6» gibi bir önermenin doğruluğunu analitik, yani tanımsal bir yolla gösterebiliriz.Diğer taraftan «Dünya yuvarlaktır», «Sokaklar ıslaktır» gibi önermelerin doğruluğu ise tecrübe/gözlem yoluyla belirlenebilir.


            İman Kavramı

            İman sözcüğü epistemolojik bir anlamda kullanıldığı gibi, onun, epistemolojik olmayan bir kullanımı da vardır.Epistemolojik anlamda iman, bir şeyin (Tanrı’nın) varlığına ve niteliklerine dair bir takım önermesel doğrulukları onaylamak anlamına gelmektedir.Diğer taraftan iman bazen bir güven (fiducia) ilişkisi olarak da düşünülür. Ör. birine «senin bu sınavı başaracağına inanıyorum» dersiniz. Buradaki inanma, epistemolojik olmayan bir anlamda güven duymadır.


            Önermesel İman Anlayışı

            Bu bağlamda literatürde önermesel iman ile önermesel olmayan (kişisel, pragmatik) iman ayrımı yapılmıştır.Bir iman ifadesinde dile getirilen şeyler temelde hüküm ifade ederse, yani inançsal bir önermenin doğruluğunu onaylamayı öngörürse, bu iman ifadesinin içeriği bir doğruluk değerine sahip olur, yani doğru-yanlış soruşturmasına konu olur.İslam inancının ifadesi olan kelime-i şehadet, böyle bir önermesel içeriğin doğruluğunun onaylanmasıdır. Dolayısıyla epistemolojik bir zeminde doğruluk-yanlışlık incelemesine açıktır.


            Önermesel Olmayan İman Anlayışı

            Bu iman anlayışında, «Tanrı vardır» şeklindeki bir önermesel doğruluğa ilişkin epistemik bir tanıklıktan ziyade «Tanrı’ya güveniyorum» şeklindeki bir hal esastır.Teorik anlamda herhangi bir önermenin doğruluğunu öngörmeyen, sadece güvenmeyi ve bağlanmayı esas alan bir yaklaşımdır.İmanın önermesel bir duruma indirgenemeyeceği ve «güven» gibi önermesel olmayan boyutlar da içerdiği doğrudur.Ancak bunun da ötesinde bu iman anlayışında iman sadece güvenden ibaret görülmekte ve tersinden bu sefer önermesel boyut göz ardı edilmektedir.


            Önermesel Olmayan İman Anlayışının Eleştirisi

            Önermesel bir doğruluğun kabulünü öngörmeyen bir güvenmenin ne anlama geldiğini ve nasıl gerçekleşebileceğini anlamak oldukça zordur.Kişinin var olduğuna inanmadığı bir varlığa güvenmesi anlaşılmaz bir durumdur.«Tanrı’nın bizi sevdiğine iman ediyorum» deyip sonra Tanrı’nın var olduğuna ne inanıyorum ne de inanmıyorum.» demek tutarsızlıktır.İman olgusunda önermesel olanla olmayan unsurlar/boyutlar birbirini dışlamak zorunda değildir, aksine birbirlerini tamamlarlar.İmanın aynı zamanda kişisel bir güveni gerektirmesi onun önermesel bir takım inançları içermediği anlamına gelmez.Yine, bir kimsenin bir varlığa (Tanrı’ya) güvenebilmesi için o varlık hakkında önermesel bir yolla ifade edilmesi kaçınılmaz olan bir takım şeylere inanması gerekir.


            İman-Bilgi İlişkisi

            İslam açısından, iman ile bilgi birbirini dışlamak bir tarafa, birbirini gerektirmektedir.Hıristiyan filozof Aquinas’a göre iman, bilgi ile kanaat arasındadır. Bilgi değildir çünkü bilgiyi kabul edip etmeme özgürlüğüne sahip değiliz halbuki iman edip etmeme özgürlüğüne sahibiz. Diğer taraftan iman kanaat de değildir. Çünkü kanaatte bulunan şüpheler imanda aşılmıştır.Kant da imana yer açmak için bilgiyi reddettiğini söylemektedir. Ona göre bilgi, tecrübemize konu olan görüngüler alanıyla sınırlıdır.Kant’a göre inanmak öznel olarak yeterli, nesnel olarak yetersiz iken bilgi hem öznel hem de nesnel olarak yeterlidir.


            Aquinas ve Kant’ın İman-Bilgi İlişkisine Dair Görüşlerinin Eleştirisi

            Bilgi ile iman birbirini dışlayan şeyler değildir. Bilginin tanımı imanı da içerir.Doğru olduğunu bildiğimiz bir şeye inanmamamız düşünülemez. Yani bir önerme için «biliyorum ama inanmıyorum» denemez.Bilgi için öngörülen kesinlik, sağlamlık ve sarsılmazlık ölçütleri her zaman karşılanmayabilir. Yani her bildiğimizi her zaman kesin bir takım delillere ya da tanıklıklara dayandırmadığımız bilinen bir şeydir. Dolayısıyla böyle bir kesin kanıt koşulu yerine gelmediği halde bir tür bilgiden/bilmeden söz edilebilir.



                            AKIL VE İMAN: FİDEİZM VE DELİLCİLİK


            Burada tartışma şu sorular bağlamında ilerlemektedir:

• İman ile delil arasında nasıl bir ilişki vardır?
• İman etmiş olmak için Tanrı’nın varlığına (ve Tanrı’ya ilişkin diğer önermelere) dair inancın temellendirilmiş/delillendirilmiş olması zorunlu mudur?
• Epistemik bir haklılaştırma söz konusu olmaksızın iman etmek mümkün ve geçerli midir?


            1)İmancılık (fideizm)

            İmanın akla dayanmadığını, imanla aklın bir alakasının olmadığını ve akla dayanmayı öngören bir imanın mümkün olmadığını savunan görüştür.İmanı rasyonel bir takım kanıtlarla desteklemeyi reddederler.Bu yaklaşım ılımlı ve radikal fideizm olarak ikiye ayrılabilir.Ör. İmanın aklı aşan bir gerçekliğe delalet ettiğini fakat akılla çelişmediğini öngören Pascal’ın yaklaşımı ılımlı fideizmdir.Öte yandan, imanın aklı aşmakla kalmayıp akla karşıt olduğunu savunan Keirkegaard’ın yaklaşımı radikal fideizmdir.Yine, saçma olan bir şeye iman etmekte bir engel görmeyen Tertullian’ın görüşü de radikal fideizmdir.


            2)Dinlerde Fideizme Bakış

            İslam’da iman konusunda aklı/bilgiyi dışlayan fideist bir yaklaşımdan söz etmek mümkün görünmemektedir.Tam tersine İslam’da iman etmeleri veya edebilmeleri için insanlar akletmeye ve bilmeye çağırılmışlardır.İslamda iman, akıl ve bilgi birbirini dışlayan değil gerektiren şeyler olarak belirlenmiştir. Dolayısıyla İslam’da fideist yaklaşımların aklı ve bilgiyi dışlama, bunları alakasız ya da gereksiz görme şeklindeki tutumlarıyla örtüşen ya da benzeşen bir yapının olduğunu söylemek zordur.

            Diğer taraftan, Hıristiyan geleneğinde fideist iman anlayışının önemli bir yere sahip olduğu söylenebilir.Böyle bir yaklaşımın benimsenmesinde, Hıristiyan inancının «teslis, enkarnasyon ve asli günah» gibi rasyonel izahı –eğer imkansız değilse-çok zor olan dogmaları içermesi etkili olmuştur.Teslis ve hulul (enkarnasyon) gibi dogmaların Hıristiyan teolojisinde bir gerilime neden olduğu bilinmektedir.Bu bağlamda, Tertullian, Pascal, W. James, Kierkegaard gibi isimleri fideist olarak anabiliriz.


            3)Tertullian ve Aquinas

            Ör. Tertullian, Tanrı’nın Oğlu’nun ölümünü tam da saçma olduğu için inanmaya değer bulurken, gömüldükten sonra yeniden dirilişini de «imkansız olduğu için kesin» olarak nitelemiştir.Aquinas, aklın doğruları ile imanın doğruları arasında ayırım yapmıştır. Ona göre Tanrı hakkındaki bazı hakikatler insan aklının bütün gücünü aşar.Ör. Tanrı’nın var olduğunu doğal akıl ortaya koyabiliyorken, Tanrı’nın hem bir hem üç olduğu (teslis) meselesi öyle değildir, yani aklın ortaya koyabileceği bir şey değildir.
Eleştiri: Doğruları bu şekilde ayırmak «hakikatin birliği»ni ortadan kaldırır. Bu durumda insan zihninin peşinden koşacağı bir amaç/hakikat düşüncesi olmaz.


            4)Pascal ve Bahis Argümanı

            Pascal’a göre Tanrı varsa kavranamaz bir sonsuzluğa sahiptir. Dolayısıyla akıl Tanrı’nın ne varlığı ne de yokluğunu bilebilecek konumdadır. Peki bu durumda bir seçim yapmamalı mıyız?Pascal bir seçim yapmama özgürlüğümüzün olmadığını söyler.Bu durumda, bir tercihte bulunma konusunda aklın bir belirleyiciliği olmuyorsa ve bir seçim de yapmak zorundaysak, iki seçenekten (Tanrı’nın varlığı veya yokluğu) biri üzerine bahis oynamalıyız.Kazanma ve kaybetme şansımız birbirine eşit olduğunda, bir hayatı riske atmaya karşın iki veya daha fazla hayatı kazanma şansımız varsa bir hayatı riske atmak akıllıca olacaktır.Tanrı varsa kazanacağımız sonsuz ve mutlu bir hayat olacağından, Tanrı’nın var olduğu seçeneği için bahse girmeliyiz. Yani, sonsuz bir hayatı riske atarak sonlu bir hayata sarılmaktan kaçınmalıyız.


            5)William James ve İradeci-Pragmatik İman Anlayışı

            James de akıl ve kanıtın Tanrı inancı konusunda nihai bir karar vermek için yeterli olmadığından hareketle, karar vermenin hayati bir öneme sahip olduğu bir durumda, (ör. Tanrı’nın varlığı veya yokluğu konusunda) sırf o konuda yeterli veya zorlayıcı bir delil yok diye karar vermekten ve bir tercihte bulunmaktan geri durmanın makul olmadığını savunur. Bir karar verme kaçınılmazdır.İman konusunda, sırf yanlış bir şeye inanılabileceği kuşkusundan ve çekincesinden dolayı, kişinin kendini inanmaktan alıkoyması doğru değildir.Bu durumda kişi tutkusal bir karar vermeli, inanmanın faydalarına odaklanmalı ve kararının neyi getirip neyi götüreceğini düşünerek iman yönünde bir adım atmalıdır.


            6)Keirkegaard’ın İman Anlayışı

            Keirkegaard, Tanrı’nın varlığı konusunda nesnel kesinsizliği aslında iman için gerekli bir şey olarak görür. Ona göre göre iman öznel düzlemde gerçekleşen bir olgudur.İman nesnel kesinsizliğe rağmen, öznel kesinlikle ve içsel bir tutkuyla bağlanmadır ve bu bağlanmanın ortaya çıkardığı gerilimdir.Matematik bir önerme nesnel kesinliğe sahip olduğu için kişinin ona tutkuyla bağlanması düşünülemez. Ama imanın öngördüğü hakikat nesnel açıdan kesinsizdir ve risk içerir. Risk içermeyen bir iman düşünülemez.Tanrı nesnel anlamda kavranabilseydi kişi bu durumda inanmak zorunda olurdu ki bu imanın tabiatına aykırıdır.


            7)Fideist İman Anlayışlarının Eleştirisi

            Yanlış veya doğru olduğu konusunda hiçbir epistemik öngörümüzün olmadığı inançlar arasında bir tercihte bulunmanın mantığı açık değildir.Fideist bir yaklaşım, keyfi bir şekilde bir imanı ve inancı benimsenin önünü kapatamamaktadır.İmanın ancak öznel bir sıçrama ile gerçekleşebileceği kabul edilse bile, bu sıçramanın neden A inancına değil de B inancına yönelmesi gerektiği sorusu hala cevap bekler.Teistik kanıtların bizi orta yerde bıraktığı ve Tanrı’nın varlığı tartışmasında yardımcı olmadığı iddiası kolay savunulabilir değildir.Delillerin herkesi ikna edemediği kabul edilebilir, ancak bu, onların bir imanı ve inancı benimseme noktasında hiçbir etkilerinin olmadığı anlamına gelmez.



                            AKIL VE İMAN: WITTGENSTEIN’CI FİDEİZM



            Diğer fideist yaklaşımlarda olduğu gibi bu anlayışta da, iman, teorik bir içeriğin tasdik edilmesi olarak değil de tutkulu bağlanma hali olarak düşünülür.Ancak diğer fideist yaklaşımlar genelde nesnel delilin yokluğundan veya kesinsizliğinden hareketle fideist yaklaşımı önerirken, burada, dini inancın kendine mahsus farklı bir anlam düzlemine sahip olduğu bu yüzden de onu anlamanın ve temellendirmenin dışarıdan değil, içeriden gerçekleşebileceğini öngörür.Wittgenstein’cı fideizm geleneğini N. Malcom, D.Z. Phillips ve P. Winch gibi düşünürler sürdürmüştür.


            Bu yaklaşım, dini söylemin referansta bulunduğu düzlemin bilimin öngördüğü ve çoğunlukla olgusal bir düzlem olarak kabul edilen düzlemden farklı olduğunu, dolayısıyla normal doğruluk ve yanlışlık incelemesine tabi tutulamayacağını vurgular.İşte, iman önermeleri bağımsız bir gerçeklik düzlemine referansta bulunmadıklarından dolayı, inanan için iman ifadelerinin doğruluğundan veya yanlışlığından bahsedilemez. İman veya dini inancı bir bilimsel hipotez gibi ele almak doğru değildir. Bilimsel hipotezler düşük ya da yüksek olasılıklara konu olur. İman ise bir kavram/anlam sitemine tutkuyla bağlanmaktan ibarettir.


            1)Dil Oyunları

            Wittgenstein’cı fideizm olarak bilinen yaklaşımın temel dinamikleri, Wittgenstein’ın ikinci dönem felsefesinde geliştirdiği «dil oyunları» anlayışıyla yakından ilişkilidir.Nasıl ki, bir malzeme çantasında bulunan çekiç, çivi, vida, tornavida vb. aletlerin kullanıma göre farklı işlevleri varsa, dildeki sözcüklerin de işlevleri kullanımlarına göre farklılaşır.Dilin farklı kullanımlarına dil oyunları denir.Bu anlayışa göre, anlam dil oyunlarına bağlı bir kullanım yoluyla gerçekleşir ve belirlenir.Bir sözcüğün kullanımı aşan, ondan bağımsız bir anlamı yoktur.


            2)Dil Oyunları Arasındaki İlişki

            Peki dil oyunları (kullanımları) arasında ortak bir düzlem var mıdır? Her oyunun kuralı başkadır. Örneğin top oyunlarının kuralları kart oyunlarının kurallarından farklıdır. Ancak bununla birlikte nasıl ki bir ailenin fertleri fiziken birbirine benziyorsa, kart oyunları, top oyunları ve masa oyunları gibi oyunlar arasında da bir ortaklıktan ziyade bir aile benzerliği ilişkisi vardır.Dil oyunun kuralları insanların yaşam biçimini yansıtır.Dil oyunları temelde farklı yaşam biçimlerine ilişkin uzlaşımların ürünüdür.


            3)Bir Dil Oyunu Olarak Din Dili

            Bir dili konuşmak, bir yaşam biçiminin içinde olmayı ifade eder. Din dili, ancak dini bir yaşam biçimine katılan bir kimse tarafından içeriden anlaşılabilir. Din dilinin öngördüğü yaşam biçiminin dışındaki birisi, böyle bir dile nüfuz edemeyeceğinden dolayı, dini inançları herhangi bir şekilde eleştirmesine bir anlam verilemez. Bir ateist din dilini anlayamaz ve eleştiremez. Çünkü, oyunun içindeki biri ile oyunun dışındaki biri konuştuğunda, birinin inandığı şey ile diğerinin reddettiği şeyin aynı olduğunu ve birbirlerini anladıklarını söylemenin imkanı yoktur. Yani iki tarafın aynı şeyi kastettiğini ölçmenin kriteri yoktur.

            D.Z. Phillips’e göre «Tanrı var mıdır?» sorusuyla karşılaştığımızda, öncelikle Tanrısal gerçekliğin nasıl bir gramer öngördüğünü belirlemeliyiz.Şimdi «Tanrı var mıdır?» sorusu «Odada bir masa var mıdır? sorusu ile aynı gramatik düzleme sahip değildir. Odada bir masanın olup olmadığı sorusu olgusal içerikli bir incelemeyle cevaplanabilir. Bu konuda gerekli kanıtın ne olduğu açıktır.Ama benzer bir olgusal inceleme «Tanrı var mıdır?» sorusunun cevabını verme konusunda işlevsiz kalacaktır. Bu iki sorunun cevaplanma ve doğrulanma düzlemleri farklıdır.


            Bu yaklaşıma göre dini inanca veya imana anlam verebilmenin, bir değerlendirmede bulunabilmenin yolu evvela onu anlamaktan geçmektedir.Bir dini inancı veya imanı anlamak da ancak dini söylemin öngördüğü düşünce gramerine bağlı kalmakla gerçekleşebilir.Her sistemin sınırlarını oluşturan çerçeve önermeleri/aksiyomları vardır. Bu durum sadece din için geçerli değildir. Bilimde de aynı şey söz konusudur.Nasıl ki baştan bir takım kuralları öngörmeden bir oyuna giremiyorsak, aynı şekilde bir sistemin temel varsayımlarını kabul etmeksizin ona dahil olmayız.


            4)Getirilen Eleştiriler

            İnsanlar belli bir dil oyununun çerçeve önermelerini kabul ederek ona dahil olabilirler, ama bu çerçeve önermelerinin doğru olup olmadığı sorusunu niye ortadan kaldırsın? İnancın nasıl oluştuğu sorusu, doğru olup olmadığı sorusundan ayırt edilmelidir.Bir sözcüğün kullanımı uzlaşımsal olabilir. Ama bu, «anlamı kullanım belirler» demek değildir. Üçgen bir şekil için kare sözcüğünü kullanmak konusunda anlaşma yapabiliriz belki ama bu, üçgenin üç kenarlı olması gerçeğini değiştiremez. Sadece sözcüklerin yerlerini değiştirmiş oluruz. Aksi halde istediğimiz şeyin adını değiştirmek suretiyle onu doğru veya yanlış yapmak gibi bir yetkimiz olabilirdi ki bu mümkün değildir.Her sistem ancak kendi içinde anlaşılabiliyor ve kabul edilebiliyorsa, içinde çelişki barındırmayan ve evrensel doğruluk iddiasında bulunan bir din ile salt hurafe ve batıl inançlara dayanan bir din arasında nasıl bir ayrım yapabileceğiz?


            Dilsel kullanımların veya dil oyunlarının birbirinden tamamen izole ve kopuk düzlemlere ve anlaşılma koşullarına sahip olduğunu söylemek yerine, her bir dil oyununu, ortak bir dilin birbirleriyle ilişkili parçaları olarak kabul etmek gerekir. Bu durumda «din dili» oyununun, diğer dil oyunlarıyla ortak bir düzlemde anlaşılabileceğini, ör. kıyamet gününün varlığını kabul eden bir teist ile bunu reddeden bir ateistin birbirlerini dışlayan doğruluk iddialarında bulunduklarını ve bunun da farkında olduklarını söylemeliyiz.«Bir dil oyunu ancak içeriden anlaşılabilir» demek dil oyunlarına ilişkin dışarıdan bir niteleme değil midir?



                                AKIL VE İMAN: DİNİ İNANCIN TEMELSELLİĞİ


            Dini inancın rasyonel olması için kanıta dayanması zorunlu mudur?

            Katı delilciliğin sembol ismi K. Clifford’a göre, yetersiz delille bir şeye inanmak her zaman, her yerde ve herkes için yanlıştır. Alvin Plantinga gibi filozoflar ise delil olmadan da bir inanca sahip olmanın rasyonel olabileceğini ileri sürer.Plantinga’ya göre bir dini inanç «temel inanç» olabilir ve bu takdirde delille ortaya konulması zorunlu olmaz.

            Peki bir inancın «temel inanç» olması veya olmaması ne anlama gelmektedir?


            1)Klasik Temelselcilik

            Bilgi felsefesinde temelselcilik, inançlarımızın bir kısmının «temel», diğer kısmının ise «temel olmayan» inançlar olduğunu savunur.Şöyle ki; biz bazı inançlarımızı başka bazı inançlarımıza dayandırırız. Ancak bu böyle sonsuza kadar gitmez. Bir yerde, artık kendileri başka inançlara dayanmak durumunda olmayan temel inançlar alanında bu geriye gidiş durur.Sonuç olarak bizim bazı inançlarımız «temel» inanç iken bazıları bu temel inançlardan çıkarım yoluyla elde edilmiş «türetilmiş» inançlardır.


            2)Klasik Temelselciliğe Göre Temel İnanç

            Peki klasik temelselciliğe göre neler temel inançtır? Bunların başında doğruluğu kendinden apaçık (self-evident) zorunlu doğrular gelmektedir. Ör. «bütün parçasından büyüktür» ve «2+2=4» gibi doğrular zorunlu olarak doğrudurlar ve başka bir delile ihtiyaç duymazlar, dolayısıyla temel inançlarımızı oluştururlar. Yine doğruluğunu duyularımızla apaçık bir şekilde idrak ettiğimiz (sense-evident) önermeler de temel inanç oluştururlar. Ör. «Şu an elimde bir kalem var» önermesi duyular dışında başka bir delile ihtiyaç duymayan bir «temel inanç» ifadesidir.


            3)Klasik Temelselciliğin Eleştirisi

            Plantinga, klasik temelselciliğin bu temel inanç anlayışını eleştirmiştir.Ona göre, bu anlayış, aslında temel inanç olan bazı inançları dışarıda bırakmaktadır.Ör. «Dün işe gittim» önermesinin ifade ettiği inanç hafızaya dayalı bir inançtır. Ancak klasik temelselciliğe göre temel bir inanç değildir, çünkü kendiliğinden apaçık olmadığı gibi duyularla da apaçık bir şekilde bilinemez. Plantinga’ya göre bu inanç başka bir inanca dayanmadığı için temel bir inançtır.


            4)Tanrı İnancının Temel İnanç Olması

            Plantinga’ya göre, evrendeki muhteşemlik ve güzellik karşısında yaşadığı tecrübeden dolayı bir kimse Tanrı’nın onu yarattığı inancına sahip olabilir.Yine böyle bir kimse «Tanrı beni gözetiyor» «Tanrı beni seviyor» «Tanrı bana hitap ediyor» gibi inançlara sahip olabilir ve bu inançlar o kimse için temel inanç olabilir.Nasıl ki «Karşımdaki şahıs sevinçlidir» önermesi bizden başka varlıkların var olduğunu öngörmek durumundaysa aynı şekilde, «Tanrı beni koruyor» şeklindeki inançlar da «Tanrı vardır» önermesini öngörmektedir.


            5)Plantinga’ya Göre Temel İnanç Kriteri

            Peki Plantinga’nın görüşünü kabul edersek bir inancın temel inanç olup olmaması konusunda nasıl bir kritere sahip oluruz? Ör. Biri «Büyük Kabak her Cadılar Bayramı’nda gelir» inancına sahip olsa ve bu inancının «Tanrı beni koruyor» inancı gibi temel inanç olduğunu iddia etse ona ne diyebiliriz? Bu kişinin «Büyük Kabak»la ilgili inancının temel inanç olmadığını hangi düzlemde öne sürebiliriz.Plantinga bu noktada tepeden inme bir kriter yerine, tümevarımsal bir yol teklif eder.Tek tek örneklerden bir hipotez geliştirilmeli ve bu hipotez örneklerle denetlenmelidir.


            6)Temel İnanç Yanlışlanabilir mi?

            Plantinga’ya göre, bir inancın temel bir inanç olarak kabul edilmesi o inancın sonsuza kadar temel inanç olarak kalacağı anlamına gelmek zorunda değildir.Ör. yolun ortasında bir su birikintisi gördüğünü söyleyen bir kimseye bunun bir rahatsızlıktan kaynaklandığı kesin olarak gösterilebilirse o kişinin inancı artık temel olmaktan çıkar. Aynı şekilde Tanrı’nın varlığı inancına temel inanç olarak sahip olduğunu iddia eden bir teiste karşı deliller gösterilebilir. Bu durumda teist kendini savunmak durumundadır.


            7)Değerlendirme

            Peki böyle bir temel inanç anlayışı bizi epistemik göreceliğe/çoğulculuğa götürmez mi? Bu durumda doğruluk sorusu gündemden çıkmaz mı?Plantinga bunun felsefede olağan bir durum olduğunu ve herkesin ittifakla kabul edeceği bir kriter beklenmemesi gerektiğini söyleyerek cevap verir. Bazı eleştirmenlere göre,böylesi bir temel inanç anlayışı, ya temel inançları göreceleştirecektir ya da temel inançların neler olabileceğini baştan sınırlayan bir dogmatizme dönüşecektir.


            Plantinga böyle bir temel inanç anlayışını nihai ve ideal bir epistemik durum olarak önermez, aksine bir başlangıç durumu olarak görür. Esasen burada Plantinga’nın rasyonellikten kastettiği şey, epistemik olarak izin verilebilir olma (ruhsat) halidir. Buna göre bir inancın rasyonel olması onun doğru olmasını teminat altına almaz. Bu yaklaşım fideist olmakla eleştirilmiştir. Ancak belirgin bazı farklılıklara dikkat etmek gerekir. Plantinga inancı akla ve delillendirmeye kapatmaz. Halbuki fideist yaklaşımlar bu konuda kategorik bir tutum içindedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder